6 Aralık 2015 Pazar

Beyaz Şehir Selanik - Avrupa Yolculuğumuz Başlasın...


Takvimler Ağustos 2012'yi gösteriyor. Yazın bitmesine sadece 10 gün var. Kalanlar için yaz bitiyor olabilir ama bizim için aslında yeni başlıyor. Aylarca, gece gündüz, heyecanla yapılan planları hayata geçirme vakti...

Yakın arkadaşlarımdan Oya ile insanlık için küçük, bizim için büyük bir adım atmak üzereyiz. İnterrail yapacağız. Daha önce hiç yurt dışı görmemiş olan bizi 10 günlük hızlı bir Avrupa gezisi bekliyor. Avrupa dediysem çok bir ülke de beklemeyin tabii. Selanik'ten yola çıkıp İtalya'yı gezip Paris ile rotamızı tamamlamak var kafamızda. Daha çok İtalya turu diyebiliriz.
Dediğim gibi öncesinde aylarca haritalarla yattım, rehberlerle kalktım. Şehir şehir görülecek yerleri evimin adresi gibi ezberledim. Tren yollarının internet siteleri yoldaşım oldu bu süreçte. Tam anlamıyla her şeye hazır hissediyorum kendimi. Sırt çantam içinde bin bir çeşit kullanılmayacak ıvır zıvırla hazır ve nazır beni bekliyor kapının önünde.
Yolculuk vakti geldi. Akşama Selanik'e otobüsümüz var. İkimiz de Kocaeli'de yaşadığımızdan planımız o gün erkenden İstanbul-Sirkeci'ye geçip İnterrail biletlerini alıp paramızı euroya dönüştürmek ve aynı gün, aynı saatte, aynı otogardan Rodos'a geçecek olan Salih arkadaşımızla akşamı etmek... Sırtta ağır bir çanta ile dolaşmak epey zormuş en azından bunu anlamış olduk.

Neyse bir şekilde akşamı ettik ve kendimizi Metro otobüsün üst katının en önündeki ikilide oturur bulduk. Bir anda her şey daha gerçek oldu. İkimizin de fena olmayan seviyede İngilizcesi var ama yine de bunu yapabileceğimize kendimi ikna etmek istiyorum ve bir anda arkama dönüp yolcularla İngilizce konuşmaya çalışıyorum. Ah akılsız kafam! İstanbul'dan Selanik'e giden otobüste ne turisti bekliyorsun sen!? Havalı bir aksanla sorduğumu sandığım sorularım "Biz de Türküz yavrıımmm" şeklinde yanıt buluyor tabii ki. Utançla önüme dönüp daha da kimseyle konuşmuyorum yolculuk boyunca. Kimseyle derken gerçekten kimseyle konuşamıyorum yol boyunca. Yol arkadaşımın gece yolculuklarında uyku ile ilgili bir sıkıntısının olmadığını görüyorum çünkü.


Kavala (temsili)

Ben bir o yana bir bu yana derken yarım yamalak bir uykuyla sabahın ilk ışıklarını görüyorum. O anda uyumuyor oluşuma şükrediyorum, çünkü içinden geçtiğimiz yanlış hatırlamıyorsam Kavala şehri çok muhteşem bir görüntüye sahip. Bembeyaz evleri ve yollarında ara ara görünen kırmızı taksileriyle beni kendine hayran bırakıyor. Muhtemelen herkesin uyuyor olduğu otobüsün sessizliğinde yol boyunca manzarayı seyre dalıyorum.
Herkes uyanmaya başlayınca yol daha çabuk geçiyor sanki ve bir anda kendimizi Selanik'te buluyoruz. Ben otogar gibi bir yerde bırakılmayı beklerken şehir içinde bir yol kenarında indiriliyoruz. Meğer burası şehrin merkezine daha yakınmış. Elimde kendim bastırdığım turistik haritamla (evet, 1950lerdeyiz ve akıllı telefonumuz, google haritalar yok) nerede olduğumuzu anlamaya çalışıyorum. Bu konuda başarılı olamıyorum tabii ki. Çareyi bir taksi tutarak tren istasyonuna kendimizi bıraktırmakta buluyoruz. Gerçekten de yürüme mesafesindeymiş ama el mahkum fayf yuro.

Selanik Tren İstasyonu (temsili)

Önümüzde Selanik için koca bir gün var ve o geceki Atina tren biletini erkenden ayarlayıp temiz bir başlangıç yapmak istiyoruz. Gişedeki kadın biletlerin tükendiğini ancak interrail biletimiz olduğundan direkt trene binip bulabilirsek boş bir yere geçebileceğimizi söylüyor. Başımıza geleceklerden habersiz bu görece mutlu haberle istasyondan ayrılıyoruz.
Selanik'te turistik yerler birbirine oldukça yakın. Hepsini yürüyerek gezmek mümkün. Sahil şeridini sona bırakmaya karar vererek ara sokaklara dalıp haritamızda işaretli olmayan mimari harikalarla tatmin oluyoruz. Tatmin olduğumuz tek şey mimari harikalar değil tabii. Yunan kızları da, erkekleri de tasarı harikası. İkimiz de gördüklerimizden tatmin oluyoruz. İtiraf edeyim çoğu yerin nerede olduğunu bilmemize rağmen sırf muhabbete girmek için nerede güzel biri görsek yer tarifi sorduk.

Tarif sorduk demişken şu da aradan çıksın, Yunanlılar çok sıcak insanlar. Yer tarifi sorduğumuz hiç kimsenin yanından sadece kısa bir cevapla ayrılamadık. Özellikle Türkiye'den geldiğimizi öğrendiklerinde Türkçe bir şeyler söylemeye çalışmaları, bizleri sevdiklerini söylemeleri, ülkemize ziyaretlerinden bahsetmeleri... Bu insanların hangileri bize düşman çözemedik. Yaşlıları demeyin onlarla da güzel muhabbetlerimiz oldu. Nesil nesil hepsi çok sempatik bu insanların. Haa bir de Selanik'in kokusu bile farklıymış, Oya öyle diyor. Ben koku almadım açıkçası. =P

Bizim keyfimiz yerinde olsa da sırtlarımız için aynısını söyleyemem. Çantalarımız bizi öldürüyor. İstasyonda bırakacak kilitli dolap bulamayınca mecbur sırtımızda devam etmiştik ama devam edilecek gibi değil. Karşımıza çıkan ilk otele girip çantalarımızı saklayıp saklayamayacağı konusunda ricada bulunuyoruz. O kadar sempatik bir şekilde kabul ediyorlar ki keşke otelin ismini hatırlayabilsem de reklamını yapsam. =) Biz çok yorgun olduğumuz için bize öyle gelmiş de olabilir tabii ama bence ilki. Sırtımız hafifleyince hızımız ve şevkimiz de artıyor.

Aya Dimitri Kilisesi

İlk durağımız Aya Dimitri Kilisesi. Şehrin koruyucusu Selanikli Aziz Dimitri’ye adanmış Bizans devrinden kalma bir kilise. Erken Hristiyanlık dönemine ait önemli anıtlardan biri. 1988'den beri de UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde. Oraya vardığımızda hayli kalabalık olduğunu görüyoruz. Günlerden pazar olduğunun farkına varıp pazar ayinine denk gelmiş olduğumuz için seviniyoruz. Şöyle bir içeri bakınıyoruz ayin daha yeni başlıyor. Ayin sırasında içeriyi gezmenin saygısızlık olacağını düşünerek birkaç fotoğraf çekip çıkıyoruz. Bahçesi de içerisi kadar yoğun, fotoğraf için epey bekliyoruz. Bu sırada bahçede kendine yer bulmuş dilencilere de Tutku bisküvilerimizi kaptırıyoruz. Yükümüz biraz hafiflemiş olarak ayrılıyoruz kiliseden. =(

Atatürk Evi Müzesi

Yolumuzun üstünde önemli bir durak var. Ulu Ata'mızın evi. Atatürk Evi Müzesi. Sürekli fotoğraflarda görüp aşina olduğumuz bu güzel evi ziyaret edebilmek çok hoş bir duygu. Bu arada siz de bizim gibi şaşırmayın, bina başkonsolosluk alanında yer alıyor. Gezerken önce o binayı görüyorsunuz. Yapmanız gereken arkasından dolanmak. 1953'ten beri müze olarak ziyarete açık olmasına rağmen biz fazla şanslı olduğumuzdan tadilatta olduğu günü buluyoruz. Neyse ki tadilat içeride, dışarıdan da olsa Ata'mın eviyle bir kareye dahil olabilmiş olmanın sevinciyle bir alt caddeye doğru yol alıyoruz.

(İnternet adresinde şöyle bir bilgi var: Evin asıl girişi Apostolou Pavlu Caddesi’nden olup bugün kullanılmamaktadır. 2012 yılına kadar giriş, Agiou Dimitriou Caddesi’nden Başkonsolosluğun bahçesinden geçilerek sağlanmaktaydı. 2012 yılındaki restorasyon sonrasında, Isaias Sokak üzerinden, arka bahçe kapısından giriş ve çıkış yapılmaya başlanmıştır. Evet Selanik'e gitmek için restorasyonda olduğu o kısacık dönemi iyi ayarlamışız.)

Rotunda Kilisesi

Sırada Rotunda Kilisesi var. Rotunda bizi hayal kırıklığına uğratıyor. Aktif olmayan bu kilise hayli bakımsız, camları kırılmış, korunmamış. Türkiye'de alışkın olduğumuz cinsten duvarlarına yazılar yazılmış. Bu sebepten bahçesi kendisinden daha güzel geliyor bize. Epey acıkmış ve yorulmuş olmamızdan sanırım. Biraz dinlenip geç kahvaltımızı yapmaya karar veriyoruz. Annelerimizin yapmış olduğu hamur işleri çantadan çıkıyor ve kısa sürede karınlar doyuyor.

Galeri Arkı




Denize doğru bir kademe daha iniyoruz. Aya Dimitri Caddesi üzerinden yürüdüğümüz onca yolu, şimdi bir alt cadde olan Egnatia Caddesinden geri yürüyeceğiz. Kamara Meydanındayız. Galeri Arkı denilen kemer-duvar kalıntıları çıkıyor karşımıza caddenin başında. Rotunda'yı da bir kez daha görüyoruz. Meğer birbirlerine komşuymuşlar ama biz yolu uzatmışız.

Hatta şöyle diyeyim bu ikili yani Rotunda ve Galeri Arkı yıllar önce birleşiklermiş. Ama aralarındaki duvar yıllar içinde yıkılmış ve birbirlerinden ayrı iki turistik yapı haline gelmişler. Yanda ikisini beraber görebilmek mümkün.

Panagia Chalkeon Kilisesi

Yolun devamında hatta bizim için sonunda Panagia Chalkeon Kilisesi var. 11 yy Bizansına ait bir kilise.

Roma Forumu

Hemen arkasında da Roma Antik Kalıntılarının yer aldığı bahçeye dönüştürülmüş bir alan, Roma Forumu bekliyor bizi. İki büyük parçadan oluşan bu forum alanının tesadüf eseri bulunmuş. Roma hamamları, gladyatör oyunlarının oynandığı küçük bir tiyatro da kalıntılar arasında.

Aristotelous Meydanı

Bu iki güzel tarihi eseri ardımızda bırakıp günümüze dönüyoruz. Kilisenin hemen altından denize kadar inen Aristotelous Meydanı var önümüzde. Bizim Beyoğlu-İstiklal Caddesi gibi düşünün. Şehrin ana meydanı burası. 1917'de yaşanan ve şehrin üçte ikisini yok eden büyük yangın olayından sonra Fransız mimar Ernest Hebrard tarafından 1918'te tasarlanmış. Yapımının tamamlanması ise 50leri bulmuş. Şimdilerde sağlı sollu mağazaların yer aldığı insanların aşağı yukarı yürürken keyif aldığı bir cadde meydan burası. Bitimininde Selanik sahil şeridine varacak olmak da ayrı bir keyifle yürümemizi sağlıyor. %5o indirimleri görünce ara ara mağazaların camlarına yapışıyor Oya, ben de etrafı incelemeye devam ediyorum. Bir şey alacağımız yok ya iş olsun işte. Çantamızda yer olsa taşımaya dermanımız olmaz o derece.

Sahil Şeridi

Bu güzel caddeyi arkamızda bırakıp Sahil Şeridine adımımızı atıyoruz. İzmir kordon boyunu düşünün, işte burası orası. En az orası kadar güzel. Masmavi deniz ve gökyüzü eşliğinde çok çok ileride bizi bekleyen Beyaz Kule'ye doğru yürüyoruz. Hava kararmaya başlayacak birazdan. Kuleye gün ışığında yetişebileceğimize seviniyoruz.

Aziz Gregory Palamas Tapınağı

Yol üstünde yine bir ara sokağa girip buralara kadar gelmişken Aziz Gregory Palamas Tapınağı'nı da görelim diyoruz. Bu tarihi yapıyla Bizans mimarisinin yıllar içindeki yapısal gelişimine tanık olmak mümkün. Kendisinin Metropolis caddesinde olduğunu söylemiş olalım.

Beyaz Kule

Beyaz Kule, Selanik'in simgesi sayılabilir günümüzde. Osmanlı tarafından Kanuni döneminde yapılmış. Mimarının Mimar Sinan olduğuna dair söylentiler var. Kale, garnizon ve hapishane olarak kullanılmış zamanında. Eskiden griymiş ama Yunanlılar devralınca beyaza boyamışlar. Adı ondan öyle kalmış olsa da şimdilerde yine eski haline dönmüş.

Bu arada etraf hala sakin. Yunanlılar gün içinde gezmeyi çok sevmiyor. Güneşi batırıp öyle atıyorlar kendilerini sokaklara. O yüzden bu sahil şeridinin, üzerindeki bar ve kafelerle gece nasıl bir hal alacağını tahmin etmemiz güç olmuyor.


Arkamızda Beyaz Kule, sahil boyunca alkollü-alkolsüz içecek servisi yapan, müzikleriyle sizi kendilerine çeken tekneler. Biriyle gidip konuşuyoruz. Herhangi bir içecek alırsak bizi tekneyle denizin açıklarında 1 saat kadar gezdirip geri getiriyorlarmış. 1 saat bize çok uzun geldiği için bu ilgi çekici öneriyi geri çeviriyoruz. Yine de Yunanistan'ın meşhur Frappesini (buzlu kremalı kahve) denemeden olmaz. Tekneden iki frappe kapıp sahilde çimenlere yayılıyoruz ve teknenin bizden uzaklaşmasını izliyoruz. Tekne uzaklaştıkça içimizi kıpır kıpır eden müzik de uzaklaşıyor ve pişman oluyoruz. Zaten kahve sevmez biri olarak frappeyi de hiç beğenmiyorum. Meşhur içeceğin yarısını içip diğer yarısıyla da çimenleri suluyorum. Günün yorgunluğuyla çimenler o kadar tatlı geliyor ki, uzun bir süre oturuyoruz. Bir bakıyoruz ki tekne geri gelmiş o derece. Tekrar pişman oluyoruz.


O sırada bir bando ekibi bulunduğumuz meydana gelip gösteri yapmaya başlıyor. Bando ekibiyle cadde de birden kalabalıklaşmaya başlıyor. Zaten gezecek başka bir yer kalmadığı için günün karanlık saatlerini Beyaz Kule ve sahil şeridi üzerinde tamamlamaya karar veriyoruz. Hani Yunanlılar gündüz gezmeyi sevmiyor demiştik ya yanılmamışız. O sokaklarda ara ara gördüğümüz ve hayran kaldığımız güzel insanların bir arada bu caddede toplandığını düşünün. Öyle cıvıl cıvıl, canlı bir ortam. Turistik illerimizin sahil şeritlerinde rastlayabildiğimiz coşkulu kalabalıklardan. Gündüz saatlerinde bomboş olan cadde üstü kafeler, barlar tıklım tıklım.

Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadan tren saati geliyor. Bir de akşam gözüyle sahil şeridini yürüyüp başlangıç noktamız tren istasyonuna giriyoruz. Öncesinde çantalarımızı da alıyoruz tabii. Trene giriyoruz. Koltuk numaramız olmadığı için tedirginiz ama genel olarak tren boş. Sevindirik olup bir ikiliye yerleşiyoruz.

Erken sevinmemek lazımmış. Tren her yeni durakla beraber hızla dolmaya başlıyor. Her seferinde koltuğumuzun sahibi geliyor ve yeni koltuk aramaya başlıyoruz. Oya yalvarır gibi bana bakıyor ben de çaresiz vagonlara. Bu şartlarda mı gezecektik dercesine bir ifade var yüzünde. Bir süre ayakta gitmek zorunda kalsak da zar zor tek kişilik bir boş yer buluyorum. Oya'yı oraya oturtup ben de iki vagon arasına doğru ilerliyorum. Arkada yerde içinden sesler gelen bir koli. Bakıyorum bir dolu civciv. Onların yanına çömüp uzun geçeceği belli olan ikinci gece yolculuğuma başlıyorum. Arkamda 5-6 tane zenci benim gibi yere oturmuş şarkı söylüyorlar durmaksızın. Ara ara Türkçe şarkılar da geliyor kulağıma. Ama müzik zevkleri o kadar kötü ki sevinsem mi üzülsem mi bilemiyorum. Yanımda ayaklarını bana doğru uzatmış, saçlarının yanlarını sıfıra vurdurup tepeyi de sarıya boyatmış sıra dışı bir çocuk. İmreniyorum deliksiz uykusuna. Dedim ya bu gece de bana uyku yok. Üstüne zaman da geçmek bilmiyor. Yanımda ne oyalanabileceğim bir telefon var ne de ara ara bakabileceğim bir saat. En yakınımda oturan ve şansıma da uyumayan bir çifti sık sık rahatsız ediyorum saat ve kalan zaman açısından.

Muhabbet ettikçe öğreniyorum ki Pazar gününün talihsizliğine uğramışız. Pazar günleri işçi kesimi Selanik'ten Atina'ya çalışmaya gece treniyle gidermiş. O yüzden bu kadar yoğun oluyormuş. Aklınızda olsun. Gece trenlerini kesinlikle cuma ve pazar gecelerine getirmeyin hiçbir büyük şehirde. Ayrıca tavsiyem, Selanik gezisini de Pazar gününe getirmeyin bizim gibi. Fark ettiyseniz gezi bitti ama bir tane bile müze gezmedik. Nedeni, tatili ve yatmayı seven Yunanlıların müzeleri ve çoğu mağazayı Pazar günü açık tutmuyor olması. Bu bilgi de şöyle kenarda dursun. Bu güzel çift sayesinde Patras'a devam edecek olan yolculuğumuzda aktarmaları nerelerden yapacağımın ayrıntılarını da iyice öğreniyorum.

Daha gün bile doğmadan Atina'dayız. Atina'yı gezemeyecek oluşumuza bir kez daha üzülerek kalkmasına 20dk olan Patras treni aktarmasını aramaya başlıyoruz. Meğer tek bir tren değilmiş aktarmalarla dolu bir yolculuk daha. Kiato'ya kadar iki kez daha tren değiştirip devamında da otobüsle ilerliyoruz. Sonunda Patras'a varıyoruz.


Patras Feribot Limanı

Patras İtalya ile olan feribot seferlerinde ana merkezlerden biri. Limana geçip bilet işlemlerini hallediyoruz. İnterrail biletinizle birkaç seçeneğiniz var. Eğer yerde bile yatarım kafasındaysanız, İnterrail biletinize cüzi bir miktar ekleyip güvertede takılabiliyorsunuz yolculuk boyunca. Biz bir koltuğumuz olsun en azından dedik ve ek olarak 61 euro(bize her yer Trabzon) vererek business class uçak koltuğu rahatlığını tercih ettik. Koltuklarımızın bulunduğu oda neredeyse bomboştu. İkinci bileti aldığımıza pişman olduk. Bir giriş kartıyla rahatlıkla iki kişi kalabilirdik salonda. Kimse kontrol etmiyor.
Neyse feribota yolcuların alınmasına bir süre daha var. Uzun bir yolculuk olacağından, bu süreçte rahat rahat tıkınabilmek ve feribot yemek ücretlendirmesine mahkum kalmamak için çantalarımızı dolduruyoruz. Biraz da çevreyi dolanıp saati getiriyor ve Ancona yolculuğumuza başlıyoruz.


Feribot ve İtalya yakası bir sonraki yazıya. (Birkaç yazılığına beni misafir etmeyi kabul ettiği için dostum Serdar'a sizin de huzurlarınızda ayriyeten teşekkürlerimi iletiyorum. Beraber nice gezilere...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder